Skip to content Skip to footer

Bizi Özgür Kılacak Temel Soru

Ben yirmi yıldır, bilinci ve bilincin ne olduğunu araştırıyorum.
Bundan çok daha önce altı yaşımdan beri yani kırk üç yıldır aslında zihinle bilincin farklı boyutlar olduğunu biliyordum. Altı yaşımdan beri sabah meditasyonları yaparım ben. Tabi ki ismine meditasyon demiyordum o zamanlar. Güneş doğmadan önce periler dans ediyor, perilerin dansı diyordum. 

Deneyimlerimizin kesiştiği alanlara, dış dünya adını veriyoruz. Şu anda bu yazıyı okuyanlar olarak deneyimimiz kesişiyor. Fakat mekân ve zaman olarak kesişmiyoruz. Farklı mekanlardayız, dünyanın farklı yerlerinde farklı zaman dilimlerindeyiz. Bilinç bizi biraz, zamansızlığa ve mekânsızlığa doğru da götürüyor, bu sanal alemler sayesinde…

Bazı deneyimler kesişmiyor ve birbirine de benzemiyor, o benzemeyen yerler duygularımız, düşüncelerimiz. Herkesle hemfikir değiliz, herkesle aynı şeyi hissetmiyoruz. Bu alana da iç dünyamız adını veriyoruz.

Aynı dünyayı deneyimlememiz, yani dış dünyada olanları aynı anda aynı şekilde deneyimliyor olmamız, bu dünyanın aynı maddeden oluşmasından gelmiyor. Zihinlerimizin aynı mekânsız, zamansız, sonsuz, bilinç dediğimiz, bir alandan, yoğunlaşarak ortaya çıkmasından kaynaklanıyor.

Aynı dünyayı paylaşıyoruz; ama maddeden oluşan dünyayı değil, bilinçten oluşan dünyayı paylaşıyoruz. Ve bilinçten oluşan dünyayı paylaştığımızı algıladığımız noktada da harici bir şey olmadığını anlıyoruz: Dış dünya diye bir şey zaten yok. Her şey bilincinin içinde var oluyor.

 O zaman şu soru doğuyor; madde bilincin içinden doğup, bize kendisini nasıl gösterebiliyor?

Bölünmeyen, nesnesel özelliği olmayan, zamansız-mekânsız bu alan, kendisini madde, karakterler, kişilikler olarak, nasıl somutlaştırıyor.

Deneyimlerimizi paylaştığımız alan, deneyimlediğimiz yer bilinç ise bunu deneyimleyen kim?

İlk etapta sorunun cevabı ben oluyor. Ben bunu deneyimliyorum, ben bunu yiyorum, ben bunu tadıyorum gibi…Ben bunu böyle hissediyorum, ben buna böyle inanıyorum, ben buna inanmıyorum, benim fikrim bu, dediğimiz zamanlarda bir düşünceden bahsediyoruz. Bilinen bir düşünce ve bu düşünceyi benim düşüncem olarak kabul etmişim. O zaman bilen de o kişi, düşüncenin sahibi oluyor.

Bilenle bilinen arasındaki ilişkiyi görmeye başlayabildiniz mi?

Eğer bilen dediğimiz şeyi eritirsek, özüne baktığımızda göreceğimiz şey bilinç olacaktır.

Tüm bunları bilen, ben dediğim şey aslında bilinç.

Deneyimleri somut halde yaşayabilmesi için de, bilinç kendisini bölüyor, çarpıyor ve zihinlere modüle ediyor, uyumluyor.

Yani hepimiz aslında aynı alanın, bilinç dediğimiz alanın, çarpılmış bölünmüş halleriyiz.

Deneyimler kesiştiği zamanda, aynı şeyi deneyimliyor ve aynı dünyayı yaşıyoruz, aynı dünyayı paylaşıyoruz diyoruz.

Ama aynı dünyayı, bu dünya bir maddeden oluştuğu için değil, bilinen aynı olduğu için, aynı dünyayı paylaşıyoruz; çünkü bilenden dolayı. Bilen ise Bilinç.

Bilinç, düşünceyle kendisine zaman olarak görünüyor; yani düşüncenin girdiği her yerde zaman var. Zaman dediğimiz şey bilincin düşünce hali. Ve böyle somutlaştırıyor, bilinci.

Kendisini zaman olarak göstererek; sonsuzluğunu, düşünceyle somutlaştırıyor.

Bilincin, mekân hali ise algı.

Algılar işin içine girdiğinde bilinç, mekan olarak kendi kendisine görünüyor.

(Algı, psikoloji ve bilişsel bilimlerde duyusal bilginin alınması, yorumlanması, seçilmesi ve düzenlenmesi anlamına gelir. Algı, duyu organlarının fiziksel uyarılmasıyla oluşan sinir sistemindeki sinyallerden oluşur. Örneğin, görme gözün retinasına düşen ışıkla, işitme kulağa gelen ses ile oluşur.)

Yani algı, bilincin mekân olarak görülebilmesinin yolu.

Bilinç, algılamaya başladığı an mekânlar oluşuyor. Düşünmeye başladığı zaman da zaman oluyor.

Zaman ve mekân bu demek. Ve hepsi de aslında bilincin kendisine kendini somut olarak gösterme eylemi.
Yani sonsuzluk, kendisini çarpıp bölüp, sınırlı, şekilli biçimli nesnelere ve personalara böyle dönüştürüyor; zaman ve mekân aracılığıyla yani düşünce ve algı aracılığıyla.

Yalnız bunu yaparken, büyük bir bedel ödüyor.

 Nasıl bir bedel ödediğini beni çok etkileyen bir rüyam ile anlatmaya çalışacağım.

Benim yükseklik korkum var. Bu rüyaya kadar daha fazla vardı. Bedensel tepkiler veriyordum. Kapadokya’ya ilk taşındığımda korkumun ne kadar yüksek seviyelerde olduğunu bilmiyordum.

Vadilerde yürürken bir minik yükseklik kenarına geldiğimde başım döner gözlerim kararır, dizlerim titremeye başlar, midem bulanır ve bayılmak üzere olurdum. Çok ağır bedensel tepkiler verirdi, bedenim. Bunu fark ettikten sonra bir rüya gördüm. 
Rüyamda bir kuş oldum. Bayağı büyük bir kuştum. Kartal olarak tarif edebilirim. Çok derin, aşağısını göremediğim bir uçurumun kenarındayım.

Rüyamda Kartal, kendisine diyor ki, karşı tarafı uçarak geçebilirsin. Yalnız kartal kanatlarını hissedemiyor. O sırada ona bir ses dedi ki; kanatlarını hissedene kadar kal burada.

Kartal kanatlarını hissedene kadar orada durdu. Kanatlarını hissetmeye başladığı anda karşı tarafa, önce ürkek korkak, sonra uçabildiğine güvenip, doğasının uçmak olduğunu anladıktan sonra, büyük bir özgüvenle uçtu.

Ve ben o rüyadan sonra şifalanmaya başladım. Kartal kanadını hissedemediği için kendisini çaresiz, sıkışmış yalnız ve çok zayıf hissediyordu. O kuş nereden bilebildi, kanatlarını hissedene kadar kalabileceğini, şifasını buradan bulabileceğini?

Ezgi’nin zihni kendi içinde ölüp, bilinç içinde eridiği için bilebildi. Ezgi’nin zihninin durması gerekti; uykuya dalıp, o solucan deliğinde binlerce olasılık içinde o kuş üzerinden kendisini de şifalandırdı.  Bu bir mucize. 

İşte bilincimizin somutlaşmasına ödediğimiz en büyük bedel bu; Bu sonsuzluğu ve sınırsızlığı çok hızlı çok hızlı unutuyoruz.

Maddeselleştiğimiz zaman, kişiliğe, karaktere, duyguya düşünceye, ete kemiğe büründüğümüz zaman, sonsuzluğumuzu unutup, bu maddesel halimize önce bağlılık sonra da bağımlılık başlıyor.

Düşünceye, fikirlerine, inançlarına bağımlılık olabilir.

Ya da bir nesneye, paraya, alkole, kişiye, annenle babana, sevgiline, karına kocana, patronuna bağlılıklar, bağımlılıklar olabilir.
Madde işin içerisine girdiği zaman bir şekilde objeye bağlılık ve bağımlılık başlıyor.
Benim rüyamda bile vardı; kuş kanatlarına bağımlıydı.

Kuş demedi ki; “benim doğam zaten uçmak, kanatlarımı hissedene kadar beklememe gerek yok, ben bir uçuvereyim.”

Doğasını yaşarken bile bir maddeye bağlı ve bağımlı; en doğal hâlimizle bile.

Zihinsel bireyler olarak biz, en doğal, kendimizi en özgür hissettiğimiz hallerimiz de bile bir objeye bağlı ve bağımlıyız.
Bunu kabul etmemiz gerekiyor ki; gerçekten özgürleşebilelim.

Çünkü aslında ete kemiğe büründükten sonra, aradığımız, ihtiyacımız olan, peşinden gittiğimiz, tek şey özgürlük, huzur ve mutluluk.
Bu üçünden başka hiçbir şey aramıyoruz.

Tek şey dedim; çünkü aslında hepsi tek bir enerjiden geliyor.
Biz bunları adlandırdığımız için üçe böldüm.

Özgürlük huzur ve mutluluk. Bizi doyuracak olan, tatmin ettirecek olan, üç şey bu.

Peki biz özgürlük, huzur ve mutluluğa neyin vasıtasıyla ulaşmaya çalışıyoruz; aşkın.
Aşk vasıtasıyla özgürlük huzur ve mutluluğa ulaşmaya çalışıyoruz.

O tek enerji de aşk enerjisi. Aşkın enerjisi, bize kendimizi özgür huzurlu ve mutlu hissettiriyor.

Biz bu aşk enerjisine ulaşabilmek için, bir nesneye, kişiye, duruma, ilişkiye, düşünceye, duyguya, aşk zannettiğimiz duyguya, mutluluk zannettiğimiz duyguya, huzur zannettiğimiz duyguya ve özgürlük zannettiğimiz duyguya bağlanıyoruz, sonra da bağımlılıklar oluşturuyoruz.

Fakat tüm deneyimleri yaşadıktan sonra, birçok ilişkiler, aşklar yaşayalım, paranın bize verdiği her türlü deneyimi deneyimleyelim, duyguların her çeşidinde yaşayalım, yükselelim alçalalım.

Tüm her şeyi yaşadıktan sonra içimizde bir boşluk oluşmaya başlıyor. Çünkü bağlılık ve bağımlılıkla kurduğumuz ilişkilerden, gerçek aşkı, asıl aşkı hissedemiyoruz.
Ve bu boşluk oluşmaya başladıktan sonra da dikkatlerimiz, objeden nesneden, başka bir ilişkiden, dışarıdan, dış dünyadan, iç dünyaya doğru gelmeye başlıyor.
Yani aslında, dikkatimizi maddeden, nesneden, özneye doğru almaya başlıyoruz.
Ve özne dediğim kişi, önce sanki burada, deneyimleyen, hisseden, gören, dokunan tadan kişiymiş gibi ama o özneyi, kendi özünde, erittiğimizde, bilinçten başka bir şey kalmıyor elimizde.

O zaman şöyle bir soruyla bitirmek istiyorum.

Ya o Big Bang-büyük patlama dediğimiz şey, tek sefere mahsus değildiyse?
Ya o Big Bang, sonsuz alan dediğimiz bilincin, her defasında, zamana ve mekâna bölündüğünde, tekrar gerçekleşiyorsa?
Bilinç kendisini her seferinde somutlaştırdığında, yani zihne uyarladığında Big Bang oluşuyorsa ya…

 Bu soru bizi özgür, huzurlu ve mutlu hissettirecek temel sorulardan bir tanesi.

Tüm nesne ve maddelerden özgürleşerek, bağımlılıkları sona erdirerek, gerçek anlamda mutlu, özgür ve huzurlu olmak için Öz’ünüze, sonsuz Bilince bağlanın. Onun bir parçası olduğunu her daim hatırlayın.

Bunun en önemli yöntemlerinden biri ise meditasyon. Meditasyon ile sonsuz, sınırsız bilincin sizin gerçek hakikatiniz olduğunu kavrayarak, her anlamda özgür ve Aşk enerjisiyle dolu bir hayat yaratırsınız.

Böyle bir hayat için, kritik ilk adım ise düzenli meditasyon pratiği. Meditasyon Başlangıç Programı ile meditasyonu hayatınızın günlük bir rutini haline getirip, yüksek bilincin katmanlarını deneyimleyeceğiniz bir alan yaratabileceksiniz.

Böyle bir hayata, yuvaya, Özü’nüze dönmeye hazırsanız; okulumuzun imza eğitimine MO Store’dan ulaşabilirsiniz.

Kaynak: Bu yazı Meditasyon Okulu’nun podcast kanalı MOTALKS ‘un 1. Sezon 14. Bölümü olan Bilinç & Zihin İlişkisi Üzerine bölümünden derlenmiştir.