Skip to content Skip to footer

Uyanış İçin En Değerli Bilgi

Kişisel değişim meditasyonun bir kez bu yola çıktığınız zaman size getirdiği şeydir. İlk adım farkındalığın her zaman bir şekilde var olduğunu anlamaktır. Düşünmek (özünde yargılamak) zihnin gerçek karakteri değildir. Farkındalık ise öyledir. Yaptığımız her şeyin arka planında kalbimiz hiç durmadan çarpar. Düşündüğümüz her şeyin arka planında farkındalık hiç durmadan seyreder. Her ikisine de alıştığınız için önemsemeyiz ama bu onların gizemini ve gücünü azaltmaz.

Kardiyoloji alanında araştırmalara adanmış bir kariyer boyunca tek bir kalp hücresi içerisinde anlaşmazlıkları birkaç adım yaklaşabilmek için uğramış uğraşmış olabilir. (Kısa bir süre önce herkesi şaşırtan bir veri ortaya çıktı. Kalp genellikle ağzın içinde bulunan tat alma reseptörlerinden 12 tanesine sahip ve bu reseptörler çoğunlukla acı tatları almaya ayarlanmış durumda. Bunun hiçbir mantıklı açıklaması bulunmuyor ama aynı zamanda kalp ve dolaşım sistemimizin nasıl olup da yer çekimine rağmen ayak parmaklarımız da ve başımızda aynı kan basıncı tutabildiği de bilemiyoruz.)

Kaydı tutulmuş tarihimiz insan zihninin sınırlarını anlayabilmek için binlerce yıldır uğraşıyor. Ama hâlâ buna rağmen bilinç, kendimiz ve etrafımızı nasıl olup da algılayabildiğimiz hakkında bir fikir birliğine ulaşmış değil. Kendi farkındalığımızdan başka bir şeye odaklanabilme imkânımız yok. Ve işte meditasyon da burada başlıyor. Meditasyon hiçbir şey düşünmezken zihnimizi keşfetmeye yönelik tek çabamız. Felsefe ya da psikolojideki -ya da başka bir çalışma alanı olabilir- başka her şey düşüncelerle ilgili. Farkındalık düşüncelerin önünde aslında ama modern hayatta her şeyi öyle bir tersine çevirmişiz ki, herkesin hayatı düşüncelerin nereden geldiğine dair hiçbir fikir sahibi olmadan zihinsel aktiviteler üzerine kurulu. Beyin tabii ki işin içinde ama esas anahtar o değil. Kafatasının içindeki bir buçuk kiloluk gri kütleyi anlama konusunda müthiş gelişmeler kaydetmiş olsak da beyin hücresinin düşünceleri, duyguları ve algımızı yönettiğine dair hiçbir gösterge yok. Bir kişinin serebral korteksinin, yani yüksek düşünce gücünden sorumlu olan beynin dışındaki ince tabakanın bebeklikten itibaren sıvıyla çok fazla baskılandığında (yani beyindeki su ya da hidrosefalus) o kişinin ne kendisinin ne de başkalarının anlayabileceği herhangi bir zihinsel bozukluğa sahip olmadığını gösteren akıl almayacak çalışmalar bulunuyor. Nadiren de tümör olmaksızın fazladan bir gelişmenin kafatasının büyük bir bölümünü kaplamasına rağmen kişinin yine de zihinsel olarak bundan etkilenmediği de görülüyor.

Düşüncelerin nereden geldiğini bilmeden de yaşayıp, gidiyoruz diye düşünüyoruz; ama aslında öyle değil. 2019 yılının Nisan ayında yaptığı müthiş TED konuşmasında İngiliz bir kuramsal fizikçi olan David Deutsch, tarih boyunca evrenin bir savaş alanı olarak düşünüldüğünü söyledi. Eski toplumlarda bu savaşın iyiyle kötü arasında olduğu düşünülüyordu ki, bu da insanların kendi içlerinde iyiyle kötünün savaş halinde olduğu fikrini oluşturdu. Modern zamanlarda ise bilim eski mitolojiyi bir kenara bıraktı ama savaş fikrinden vazgeçmedi. Savaş bu sefer düzen ve kaos arasındaydı. Eğer bu benzetme size soyut gibi geliyorsa şu anki iklim değişimini ele alın. Varlığı sürdürülebilir bir gezegen ve bir çöplük arasındaki çatışmaya iklim krizi diyoruz.

Ama Deutsch bunların hepsinin tabii ki zihinsel modeller olduğunu, uzun zamandır var olduklarını ve bizlerin de “kozmik monotonluğu” birer kurbanı olduğumuzu söylüyor. Bilim aslında farkında olmadan Eski Ahit’in söylediğinin aynısını söylemeye devam ediyor: “Güneşin altında yeni bir şey yok.”

Çözüm ne? Deutsch insanların bir şekilde varlık konusuna yenilik getirebileceğini söylüyor. Bunu da yeni ve daha derin bir anlayışla yapabiliyoruz. Dolayısıyla biz uyandığımızda kozmos uyanmış oluyor. Hatta Deutsch’a göre milyarlarca yıllık tekdüzeliğin ardından uyanış başladı bile.

İnsanların evreni uyandırabilmesi fikri çok iddialı ama işte esasen matematik denklemleri ile uğraşan, yaratıcı süreçte bilinci merkezde ve önde tutan bir fizikçi karşımızda bunu söylüyor. Bu 1950’lerde Amerikalı bir fizikçi John Archibald’ın ortaya koyduğu başka ünlü bir fikrin uzantısı gibi. Bizlerin katılımcı bir evrende yaşadığımızı söyleyen ilk kişiydi. Yani başka bir deyişle, dışarıda gerçekten var olduğunu düşündüğümüz her şey bizim içimizdeki düşüncelerimize, aldığımıza, incelemelerimizi, yorumumuza ve beklentilerimize dayanıyor.

Kozmik imaları bir kenara bırakacak olursak, insanlar kesinlikle kişisel gerçeklerine tek tek oluşturuyorlar. Bilinci ham “şeylerini” neye dönüştüreceğiz tamamen size bağlı. Bu yüzden de bilincin nasıl işlediğini bilmeye çalışmak kesinlikle çok mantıklı. Keşfetmemiz gereken kurallar ve prensipler var ve bunların sonuçları hayatımızı nasıl yaşadığımızı belirliyorlar.

Bilincin prensipleri ise şunlardır:

Bilinç yanık ve farkındadır.

Bilinç zihnin ve bedenin, cisim ve zihnin sınırlarını aşar.

Bilinç yaratıcıdır.

Bir şey yarattığında bilinç onu dengede tutar.

Bilinç dinamiktir. Hareket ve değişim için enerjiye ihtiyaç vardır.

Bilinç bütündür. Varlık sahibi olan her şeyin içine eşit şekilde nüfuz eder.

Bilinç kendi kendini organize eder. Düzenli sistemleri ve yapıları kontrol eder.

Bilinç ahenklidir. Doğanın her bir seviyesi bütünün bir parçasıdır.

Her bir ip kozmik kumaşın oluşmasını sağlayan bir parçasıdır.

 

Bu prensipler la soyut gibi geliyor; ama belli etmeden düşündüğünüz, söylediğiniz ve yaptığınız her şeyi yönetiyorlar.

Bir şizofrenin yaptığı gibi “laf salatası” yapmıyor; zekice fikirler ileri sürüyorsunuz çünkü konuşmanız düzenli, organize ve kontrollü.

Altıncı yaş gününüzde yaptığınız parti gibi tek bir anı her bir hatıranın fragmanları halinde depolandığı beynimizin karışık bölgelerinden çıkartılıyor. Sadece anlık bir birleştirmeyle mantıklı bir anınız olmuş oluyor. Bir şey hatırladığınız zaman zihinsel bir yapboz oyunu bilincimizde kendi kendine bir araya geliyor. Yine aynı şekilde insanların yüzlerini de birkaç beyin bölgesinin koordineli bir şekilde çalışması sonucu hatırlıyorsunuz. Daha da temel bir seviyede karmaşık bir işlem sonucunda bir dünya renk görüyorsunuz. Kırmızı, mavi ve yeşilin içerisinde 2 milyondan fazla tanımlanabilir renk tonunu çıkarabiliyorsunuz. Aslında retinanın sadece bu 3 ışık dalga boyuna cevap verebiliyor.

Bütün bunlar bilincin prensipleri hakkında hiçbir şey bilmeden gerçekleşiyor. Vücudunuzu oluşturan proteinler 100 binden fazla, belki de 1.000.000 ama her biri birbirinden ayrı. Hepsi de binlerce başka proteinin yanından sanki birer toz zerreciğiymiş gibi geçerken kendilerine düşen işi yapıyor ve hepsi de insan aklının anlayamadığı şekilde ne yapacağını biliyor.

Bütün bunlar meditasyonda neden önemli? Bilincin nasıl çalıştığını ilk elden bilmenin size inanılmaz faydaları olacaktır. Uyanışı biricik yapan şey bu. Uyanış düşünmekle aynı şey değil. Ne de bitkin olmak yerine zinde olmak ya da aptal olmak yerine akıllı olmakla aynı şey. Uyanış bilincin nasıl çalıştığını öğrenmek ve sonra da bunları uygulamakla alakalı. Başka hiçbir bilgi buna benzemez ve bundan daha değerli değildir.

Dünya dinlerinin, ruhani geleneklerin ve bilgelik okullarının dünya kadar metni ve öğretileri var. Oysa farkındalığın getirdikleri çok az. Farkında olmak çok basit bir hal. Bir günlük bir bebek etrafını anlamadan bakar ama bununla beraber farkındadır. Henüz hayatıyla ilgili hiçbir şey anlamazken yeni doğan bir bebek önüne çıkacak olan her şeyi anlamaya hazırdır. Pek çok bebeğin yüzüne karşı konulamayacak bir gülümseme vardır. Mutlu olmanın ne demek olduğunu bilmeden mutluluğu bilirler.

En önemlisi, farkında olmak sizi doğadaki yaratıcı dürtüyle aynı yere getirir. Eğer meditasyonun bütün olayı farkındalıksa başarabileceklerimiz gerçekten de sınırsızdır.

Bilincin yüksek boyutlarını deneyimlemek için düzenli meditasyon pratiği edinin. Okulumuzun imza eğitimi Meditasyon 360 (diğer adıyla Başlangıç) Programı ile bilincin yüksek boyutlarını tek tek öğrenerek, deneyimleme alanı yaratabilirsiniz. Meditasyon 360 Programı’na MO Store’dan ulaşabilirsiniz.

 

Kaynak: Uyanış Sonrası Yaşamın Kılavuzu- Tam Meditasyon, Deepak Chopra / sayfa 21-25